Michel Butor Çevirisi

  1. BİR

Sol ayağınızı bakır sürgüye basmışsınız, sağ omuzunuzla da sürme kapıyı az daha itebilmek için boşuna uğraşıp duruyorsunuz.

Daracık aralıktan içeriye kenarlara sürtünerek sokuluyorsunuz, sonra koyu cam rengi pürtüklü deriden, oldukça ufak valizinizi uzun yolculuklara alışık bir erkeğin valizi bupek ağır olmasa da buraya değin taşımaktan mosmor kesilen parmaklarınızla yatık sapından kavrıyorsunuz, kaslarınızın ve sinirlerinizin tümünün, sadece parmak boğumlarınızda, elinizin ayasında, bileğinizde ve kolunuzda değil, fakat omuz basınızda da, sırtınızın tüm yarısında, ensenizden böğürlerinize dek omurlarınız boyunca da gerilerek meydana çıktığını duyu yorsunuz.

Hayır, bu olağanüstü halsizliğin tek sorumlusu henüz ağarmakta olan tanın erken saatleri değil, yaşınız bu, bundan böyle bedeninize el koyduğunu anlatmak istiyor size, oysa kırk beşinize yeni girdiniz.

Gözleriniz ince bir dumanla perdeli gibi, yarı kapalı, gozkapaklarınız iyiden iyiye duyarlı, henüz kayganlığını bulmamış, ve incecik kırışıklarla dolu; şakaklarınızın derisi yumuşaklığını yitirmiş ve gerilmiş, buralardaki saçlar seyrelmeye ve kırlaşmaya başlıyor, bir yabancı gözüyle belli belirsiz ama sizce öyle değil, Henriette ve Cecile için de değil, artık çocukların gözünden bile kaçmıyor, ve üstünüzde ağırlaşan, sıkan, bunaltan giysiler altında ‘vücudunuz, içini binlerce hayvancığın kapladığı çalkantılı, gazimsi bir suda yüzer gibi.

Bu kompartımanı seçtiniz, çünkü solunuzda, koridora bakan ve gidiş yönünde olan köşe bostu, eğer vakit olsaydı da her zamanki gibi Marnal’dan sizin için yer ayırtmasına istemiş olsaydınız, işte tam burayı isterdiniz, yok hayır, kendiniz telefon edip ayırtırdınız yerinizi, çünkü birkaç günlüğüne Roma’ya sıvıştığınızı Scabelli Tica-retevinden kimse bilmemeliydi.

Sağınızda, yüzü dirseğinize gelen adam yolculuk süresince oturacağınız yerin tam karşısında oturuyor, sizden daha genç, olsa olsa kırkında, sizden boyluca, soluk benizli, saçları da kırca, merceklerin ardında irileşen gözlerini kırpıştırıp duruyor, tütünden sararmış küt tırnaklı elleri iri iri ve kıpır kıpır, hareket saatinin sabırsızlığı içinde parmaklarını sinirli sinirli, bir kenetliyor bir çözüyor, görünüşe bakılırsa, kare kare delikli filede, koridordan yana bölmeye dayalı duran, tıka basa şişirilmiş ve patlak bir dikişinden renk renk uçlarını seçebildiğiniz dosyalarla, herhalde pek sıkıcı cilt cilt kitapla dolu şu siyah çantanın sahibi olmalı, adamın başı üstünde onun özel bir simgesi gibi bu çanta, hem açık seçik hem de sırrına erilmez bir efsane gibi, sadece bir sözcük değil de, başlıbaşına bir nesne bu, sahibiyle ilintili bir nesne.

Öyle dikelip durmanızdan canı sıkılan adam, ayakları tam sizinkilerin dibinde, tedirgin, dik dik bakıyor, oturmanızı söyleyecek oluyor ama, sözler çekingen dudaklarına ulaşamıyor bile, ve pencereye doğru dönerek üzerine S.N.C.F. simgesi işlenmiş perdeyi aralayıp koridora bakıyor.

Aynı kanapede, tutulmuş olduğu halde şimdilik boş duran ve siyah ipek kılıflı bir şemsiyenin yeşil maroken üzerinde çizgi gibi, yanlamasına yattığı yeri geçer geçmez, su geçirmez ekose kılıflı, pırıl pırıl, ufacık iki kilidi göze çarpan, küçük, hafifçecik bir valizin durduğu filenin altında, açık gri tü-vid elbiseli, kırmızı-mor verev çizgili kıra-vat takmış sarısın bir genç adam, askerliğini yapmış olmalı, sağ elinde buğday tenli bir kadının sol eli, başparmağını kadının avucunda ileri geri gezdirerek hafif hafif oynuyor, kadının gözleri bu oyuna dalmış, memnun, birden size kayıyor, baktığınızı görerek hemen kaçırıyor gözlerini, ama genç adamın eliyle oynayışına bakmaya devam ediyor.

Bunlar sadece sevişen bir çift değil, aynı zamanda yeni evliler, ikisinin de parmağında pırıl pırıl yüzükleri var, belki de balayına çıkmışlardır, başlarının üzerindeki filede, üst üste konmuş, kocaman ve birbirinin eşi, domuz derisinden, saplarına incecik kayışlarla dörtköşe meşinden birer etikettik bağlanmış, yepyeni şu iki valiz, cömert bir amcanın armağam değilse bile düğün vesilesiyle alınmıştır herhalde. Sadece onlar önceden yer ayırtmışlar: sarı ve kahverengi iki rezervasyon fişi nikel çubukta, iri iri, siyah rakamlarıyla hareketsiz sarkıyor. Diğer kanapede pencere yanında tek başına oturan, otuz yaşlarında ve şimdiden oldukça semiz, sağ elinin nikotinden sararmış parmakları bir yana, üzerinden temizlik akan bir din adamı, resimlerle dolu dua kitabına dalmaya çalışıyor,üstteki filede, kül rengine dönmüş asfalt karası belge çantasının uzunca fermuarı bir deniz ejderinin sivri dişli ağzı gibi yarı aralık, işte oraya doğru kaldırıyorsunuz valizinizi, tıpkı dökme demirden koskoca içi boş bir gülleyi halkasından kavrayarak yerden kesen gülünç bir meydan atletinin yaptığı gibi, ve tek elle, çünkü öbür elinizde biraz önce almış olduğunuz kitabı hala sımsıkı tutmaktasınız, iri iri pürtüklü, camgöbeği deri kaplı ve üzerine adınızın baş harfleri olan L. D. bastırılmış valizini fileye doğru kaldırıyorsunuz, ailenizin geçen yaş gününüz için almış olduğu armağan bu. Yeniyken Scabelli yazı makineleri Paris Bürosu Müdürüne yakışır derecede şıktı, ve daha yakından incelendiğinde ortaya çıkan şu yağ lekeleri ve halkaları sararmaya yüz tutmuş pasa rağmen, daha bir süre gözü aldatabilir. Karşınızda oturan sevimli ve tatlı genç kadınla din adamının arasında kalan pencereden, bir başka kompartımanın penceresini ve aradan da sarı tahta kanapeleriyle, sicimden örülmüş filesiyle daha eski model bir vagonun içinde, alaca karanlıkta, üst üste yansılanan sayısız şekillerin ötesinden, sizin boyunuzda bir adamın —yaşını tam olarak söyleyemeyeceksiniz, giysilerini de pek iyi seçemiyorsunuz—, biraz Önce sizin yaptığınız ve henüz yorgunluğunu duymakta olduğunuz hareketleri, daha da yavaş olarak ve aynı jestlerle tekrarlamakta olduğunu görüyorsunuz. Oturdunuz, ayaklarınızı şöyle iki yana, artık sakinleşmiş görünen ve durmadan parmaklarını oynatmaktan vazgeçen aydın kişiye doğru uzatıyorsunuz, yanar söner ipek astarlı, kalın ve tüylü kumaştan paltonuzun düğmelerini çözerek eteklerini iki yana atıyorsunuz, daha dün ütülendiği halde çizgisi bozulmuş lacivert pantalonunuzun içinde, dizleriniz ortaya çıkıyor, boynunuzda çaprazlama duran, gevşekçe bir örgüden, pürtük pürtük, ve saman sarısı ile sedef rengi boğumlarıyla size, sarısıyla beyazı birlikte çarpılmış yumurtayı hatırlatan yün kaşkolunuzu sağ elinizle gevşeterek açıyorsunuz, gelişigüzel üçe katlayarak, içinde mavi bir sigara paketi, bir kutu kibrit bulunan ve herhalde dikiş yatakları tütün kırıntıları ve toz dolu, kocamanca palto cebinize sokuşturuyorsunuz. Sonra krom kaplama tokmağı sert bir hareketle kavrıyorsunuz, kaplamadaki ince bir çatlaktan daha koyuca renkteki demir kısım görünüyor, ve sürme kapıyı itmeye çalışıyorsunuz, bir iki sarsılıştan sonra daha ileri gitmemekte direniyor kapı, tam o sırada, koridor penceresinin ardında, ufak tefek, kırmızı yüzlü, siyah pardesûlü, başında melon şapka bir adam beliriyor, biraz önce tıpkı sizin yaptığınız gibi, sürme kapının aralığından, ama kapıyı hiç de zorlamadan, nasıl olsa ne sürgünün ne de kapının gerektiği gibi işlemeyeceğinden eminmiş gibi, tam siz ayaklarınızı toplarken, belli belirsiz bir dudak ve göz hareketiyle, rahatsız ettiğinden ötürü özür dileyerek içeri süzülüyor, görünüşüne bakılırsa Ingiliz, yeşil maroken kanapede çizgi gibi uzanan siyah ipek kılıflı şemsiyenin sahibi olsa gerek, tamam, işte alıyor şemsiyeyi, üstteki fileye değil de, onun altındaki, demir çubuklardan örülmüş etajere koyuyor, şimdi kompartımanda sizden biraz yaslıca sadece bu kişi var, tepesi de daha dazlakça.

Sağda, şakağımzı dayamış olduğunuz buz gibi camdan ve biraz önce önünden naylon kukuletah bir kadının soluk soluğa geçtiği yarı aralık koridor penceresinden, kurşuni gökyüzünde belli belirsiz çizgileriyle ortaya çıkan peron saati ilişiyor gözünüze, minik saniye yelkovanı kesik kesik sıçramalarla dönmekte, tam sekizi sekiz geçiyor, yani trenin kalkmasına daha tam iki dakika var, sol elinizde, az önce gar salonundan almış olduğunuz ve, bu koleksiyona olan güveninizden ötürü hemen hiç düşünmeden, ne kitabın ne de yazarın adına bile bakmadan seçmiş olduğunuz kitabı halasımsıkı tutmaktasınız, birden bileğinizde, şimdiye değin gömleğinizin, ceketinizin ve paltonuzun beyaz, mavi, ve gri üç kat rengi altında gizlenmiş olan, bordo kayışlı ve üzerinde gece ışık veren yeşil bir maddeyle kaplı rakamlar bulunan kol saatinizi tutuveriyorsunuz, sekizi on iki geçiyor geri alıyorsunuz.

Honoré de Balzac-Goriot Baba

Goriot Baba

Conflans doğumlu Madame Vauquer, Paris’te, Latin Mahallesi ile Faubourg Saint-Marceau arasındaki Neuve-Sainte-Geneviève sokağında kırk yıldır bir burjuva pansiyonu işleten yaşlı bir kadındır. Maison Vauquer’in ismiyle bilinen bu pansiyon, hiçbir dedikoduya alet olmadan, bu saygın yerin ahlakına hiçbir zararda bulunmadan hem yaşlıları hem gençleri, hem erkekleri hem kadınları içeri buyur ediyor. Ama bunun yanında da otuz yıldır hiç genç yüzü görmemişti, ve genç birinin burada kalabilmesi için ailesinin ona gerçekten de az para veriyor olması lazımdı. Yine de 1819’da, bu dramanın başladığı zamanlarda, orada fakir bir kız vardı. Drama kelimesi, edebiyatın bu acınası zamanlarında, gerek gereğinden fazla kullanılmasından, gerekse yalan yanlış kullanılmasından iyice gözden düşmüş olsa da burada kullanılması gerek: Bu hikaye kelimenin tam anlamıyla dramatik olduğu için değil, hayır hiç değil, hikaye bittikten sonra, belki içimizden gizli gizli ağlayacak belki de dışımızda gözümüzden birkaç damla akıtacağı için. Paris’in dışında anlaşılacak mı bu hikaye? Orası kuşkulu. Gözlem ve yerel renklerle dolu bu sahnenin özellikleri ancak Montmartre tepeleri ile Montrouge tepeleri arasında, her an dökülmeye hazır bu şanlı sıva vadisinde ve çamurdan kapkara olmuş derelerde taktir edilebilir; gerçek acılarla yalancı sevinçlerle dolu bir vadi burası, ve öyle korku içinde ki burada azıcık bir heyecan uyanabilmesi için koskoca bir olay gerçekleşmesi gerekir. Bununla birlikte, erdemlerin ve kusurların yığılmasının büyük ve ciddi hale getirdiği acılar orada burada bulunur, ve bunlar öyle bir hale bürünür ki görünüşlerinde, bencillikler, çıkarlar duruverir ve acıma duygusu kaplar, ama ondan aldıkları izlenim bir çırpıda bitirilecek lezzetli bir meyve gibidir. Uygarlığın arabası, tıpkı bir Jaggernat arabasına benzer şekilde, ötekiler gibi kolay ezilmeyerek tekerleklerinin dönmesini engelleyen bir kalbe rastladı mı ezer geçer önüne çıkanı ve devam eder o şanlı yürüyüşüne. Sizler, bu kitabı ak elleriyle tutan sizler de yumuşak koltuğuna gömülen sizler de düşünüp şöyle diyeceksiniz: Belki bu beni biraz eğlendirir. Goriot Baba’nın suskun ve bedbaht hikayelerini okuduktan sonra duyarsızlığınızı yazarın sırtına yükleyecek, onun abarttığını ortaya atacak ve onu şiire kaçmakla suçlayarak yemeğinizi iştahla yiyeceksiniz. Ah! Ama şunu bilin ki bu dram ne bir kurgu ne de bir roman. All is true, her şey o kadar gerçek ki, herkes ama herkes evinde, belki de tam da kendi yüreğinde bu öğeleri bulabilir.

Burjuva pansiyonunun faaliyet gösterdiği ev. Burjuva pansiyonunun işletildiği ev Madam Vauquer’in malıdır. Neuve-Sainte-Geneviève sokağının dibinde, toprak yüzeyinin Arbaléte Sokağı’na doğru alçaldığı yerde bulunur. Bu alçalma öyle ani öyle sert bir biçimde olur ki atlar burayı pek az kullanırlar. Bu durum, burayı sarı renklere bulayıp her şeyi kubbelerinden yansıyan koyu renklerle karartarak hava koşullarını değiştiren iki anıtın, yani Val-de-Grâce ve Panthêon’un arasında kalmış bu sokaklara hükmeden sessizliğin işine gelir. Orada, kaldırımlar kurudur, derelerde ne bir çamur ne de bir su damlacığı vardır, duvar diplerinde yükselir otlar. En kaygısız insan bile yoldan geçen sıradan birisi kadar üzgündür burada, evler kasvetli mi kasvetli, duvarlarsa zindan gibi kokar, bir araba sesi bir olay sayılır burada. Yolunu kaybetmiş bir Parisli, burjuva pansiyonlarını veya kurumlarını görür, sefaleti sıkıntıları görür, ölmeye yüz tutmuş yaşlılığı ve ayaklarına pranga vurulmuş çalıştırılan gençliği görür. Paris’in hiçbir bölgesi daha korkunç, hadi açık konuşalım, daha bilinmedik değildir. Özellikle Neuve-Sainte-Geneviève Sokağı, tunçtan bir çerçeve, bu anlatıya en uygun düşen çerçevedir. Fikirleri böyle bir anlatıya hazırlamak için ne kadar kahvemsi renk ne kadar kasvetli görüş kullanılsa azdır; hani yolcu Yer Altı mezarlığına inerken ışık basamak basamak azalır, kılavuzun şarkısı zayıflar ya, işte aynen öyle. Çok yerinde bir karşılaştırma! Hangisini görmenin daha korkunç olduğuna kim karar verecek, sevgisini yitirmiş kalpler mi yoksa bomboş kafalar mı?

Vauquer pansiyonunun ön cephesi küçük bir bahçeye bakar, böylece ev, Neuve-Sainte-Geneviève caddesini dik açıyla keser. Bu cephe boyunca ev ile bahçe arasında, bir kulaç genişliğinde, kaba çakıltaşları döşeli, çukur bir yer, onun da önünde mavili beyazlı büyük çömlek saksılara dikilmiş sardunyalarla zakkum ve nar ağaçlarıyla çevrili, ince ve kumluk bir yol vardır. Bu sokağa, üzerinde şöyle bir yazı bulunan bir levhanın olduğu büyük bir kapıdan geçerek gireriz: Vaquer pansiyonu ve aşağıda da şu yazar: Her iki cinsiyet ve öbür insanlar için Gün boyunca, yüksek sesli bir zili olan bir kapıdan baktığınızda, sokağın karşısındaki duvardaki küçük parke taşının sonunda, mahalleden bir sanatçı tarafından yeşil mermerle boyanmış bir kemer ortaya çıkarır. Bu resmin canlandırdığı girintinin altında, bir Eros heykeli yükselir. Onu kaplayan soyulmuş cilasına bakınca, simge meraklıları, birkaç adım ötede derdine çare bir Paris aşkı efsanesini keşfedebilirler. Kaidenin altındaki bu yarı silinmiş yazıt, 1777’de Paris’e dönen Voltaire’e gösterilen coşkulu bağlılık nedeniyle yapılmış olduğu zamanı hatırlatır:

Her kim olursan ol, işte bu senin efendin.

Öyle, öyleydi, ya da öyle olmalı.

Kaderci Jacques ve Ustası

Nasıl tanışmışlardı? Şans eseri, herkes gibi. İsimleri neydi? Umurunda mı? Nereden geldiler? En yakın yerden. Nereye gidiyorlardı? Nereye gittiğimizi biliyor muyuz? Ne diyorlardı? Usta hiçbir şey söylemedi; Jacques, kaptanının burada başımıza gelen iyi ve kötü her şeyin aşağıda yazılı olduğunu söylediğini söyledi.

Usta: Bu büyük bir laf

Jacques: Kaptan tüfekten çıkan her merminin bir hedef noktası olduğunu ekledi.

Usta: Ve bunu derken haklıydı…

Kısa bir aradan sonra Jacques haykırdı: “Hancıya ve hanına lanet olsun!”

Usta: Neden komşuna lanet okuyorsun? Bu bir Hristiyan için hiç doğru bir hareket değil.

Jacques: Çünkü onun berbat şarabıyla sarhoş olurken atlarımızı yalağa götürmeyi unutuyorum. Baba bunu fark ediyor ve sinirleniyor. Başımla onaylıyorum, bir sopa alıyor ve omuzlarımı biraz sertçe dürtüklüyor. Fontenoy’un önündeki kampa giden bir alay geçiyordu; sinirle askere yazıldım. Geliyoruz, savaş devam ediyor.

Usta: Ve mermiyi kendi evine getiriyorsun.

Jacques: Doğru bildiniz,bu kendi bacağına sıkmak; ve bu atışın getirdiği iyi veya kötü maceraları ancak Tanrı bilir. Bir zincirin halkalarından farkları yok. Mesela o atış olmasaydı, hayatıma aşık olmazdım ve sakat da kalmazdım.

Usta: Demek aşık oldun?

Jacques: Evet, oldum!

Usta: Ve bu sadece bir atışla mı oldu?

Jacques: Tek bir atışla.

Usta: Bu konuda bana tek kelime etmedin.

Jacques : Sanırım öyle.

Usta: Peki neden?

Jacques: Çünkü her şeyin bir zamanı vardır.

Usta: Peki bu aşkları öğrenme zamanı gelecek mi?

Jacques : Kim bilir?

Usta: Her ihtimale karşı başla sen…

Jacques aşk hikayesini anlatmaya başladı. Öğleden sonraydı: Oldukça zor bir zamandı; efendisi uyuyakaldı. Gece, tarlaların ortasında onları şaşırttı. İşte onlar saptırıldılar. İşte usta korkunç bir öfke içinde ve uşağına büyük kamçıl darbeleriyle vuruyor ve zavallı şeytan her darbede şöyle diyor: “Görünüşe göre bu orada yazılmıştı…”

Görüyorsun ya okuyucu, çok güzel bir yoldayım ve Jacques’in aşklarının hikayesini bir yıl, iki yıl hatta üç yıl bekletmek, onu ustasından ayırmak ve her birine istediğim gibi yapmak bana kalıyor. Ustayı evlendirmeme ve onu boynuzlamama ne engel olabilir? Jacques’ı adalara götürmemi? ustasını oraya götürmemi? ikisini de aynı gemiyle Fransa’ya geri getirmemi? Masal yazmak ne kadar kolay! Ama ikisi de kötü bir gece için yola çıkacaklar, sen de bu gecikme için.

OKUMANIN ÖNEMİ VE OKUDUĞUMUZ BİLGİLERİ UZUN SÜRE HATIRLAMA TEKNİKLERİ

OKUMANIN ÖNEMİ

1-Başarılı olma, daha önce yapılan hataların tekrar yapılmaması ve bir çalışmanın sürdürülebilmesi için onun geçmişini bilmek çok önemlidir. O araştırmaları yapmış kişilerin tecrübelerinden yararlanmak, eğitim ve bilim açısından sürekliliğin sağlanması konusunda çok önemlidir.

2- Kitap okumanın en önemli faydası hiç kuşkusuz insanın kendini tanımasını sağlamasıdır. Okuyan insan, hangi alanda başarılı olacağını, hangi alanın onun kişilik yapısına uygun olacağını tespit edebilir. Dünyanın en zeki insanı olarak kabul edilen ve Nobel ödülü alon Einstein üniversite mezunu değildi. Onu başarılı yapan okuma alışkanlığıydı. Kendimizi tanıyarak hayatta başarılı olabilmenin en önemli yolu okumaktır.

3- Her kötülüğün başı cahilliktir. Cahillikten kurtulup düşünen insan olmanın yolu da hiç kuşkusuz okumaktan geçmektedir.

1-OKUMA ALIŞKANLIĞI KAZANIN

Okunanların hafızaya alınmasında ve uzun süre hatırlanmasında ”okuma alışkanlığı” çok önemlidir. Ben okuma alışkanlığına sahip miyim? Bu soruyu kendinize hiç sordunuz mu? Sabah mı daha verimli okuyorsunuz yoksa akşam mı? Okurken anlamadığınız kelimeler için sözlük kullanıyor musunuz? Okuduklarınızın önemli noktalarını kitabın üzerine veya bir kağıda not alıyor musunuz? Eğer bu sorulara cevap verirken düşünüyorsanız veya ”hayır” cevabını veriyorsanız, üzgünüm siz okuma alışkanlığına sahip değilsiniz.

Okuma alışkanlığı kazanmak istiyorsanız ilk önce ”kitap okumanın önemine inanmalısınız.” Daha sonra ”doğru kitaplar ile okumaya” başlamalısınız. Okuma alışkanlığı edinmiş bir kişi ne zaman, nerede verimli okuyabildiğini bilir, yanında bir sözlük, bir kalem, bir kağıt mutlaka vardır. Her bulduğu kitabı değil seçtiği kitabı okur.

2-YÜKSEK SESLE OKUYUN

Bir yazıyı okurken yer, zaman, mekan uygunsa yüksek sesle okumaya özen gösterin. Sesli okuma, okuma hızınızı yavaşlatacak ama anlama ve kavrama gücünüzü artıracaktır. Okuduğunuz yazının önem derecesine göre sesli veya sessiz okumaya karar verebilirsiniz. Bir yazıyı sesli olarak okursanız, bu bilgiyi daha fazla kanal kullanarak hafızanıza kaydetmiş olacaksınız. Örneğin sessiz okumada sadece görme kanalını kullanırken, sesli okumada hem görme hem işitme, hem de söyleme kanallarını kullanmış olacaksınız. Bu da o yazıyı hafızaya alma gücünüzü üç kat arttıracaktır.

3- YAZIYI ELEŞTİRİN

Bir kişiyle aynı fikirdeyseniz onu dinlersiniz ama söylediklerini hafızanıza almak için özel bir çaba içerisine girmezsiniz. Çünkü siz de aynı düşünceye sahipsinizdir ve söylediklerini zaten biliyorsunuzdur. Peki ya aynı düşüncede olmadığınız kişilerin söylediklerine nasıl yaklaşırsınız? Tabii ki sizinle aynı düşüncede olmayan bir kişinin anlattıklarını dikkatlice dinler ve onun açık noktalarını bulup eleştirme fırsatı yakalamaya çalışırsınız. Bir yazıyı da okurken eğer onu uzun süre hatırlamak istiyorsanız o yazıya eleştirel tarzda yaklaşın. Size göre yanlış düşüncelerini yakalamaya çalışın. O düşünceler üzerinde zihin jimnastiği yapın. Böylece o yazıyı daha uzun süre hatırlayacaksınız.

Bu haftalık bu kadar. Okuduğunuz için çok teşekkür ediyorum ve kendinizi geliştirmeye çalıştığınız için de sizi tebrik ediyorum. Bu zamanlarda fazla bulamadığımız bir şey. Şu aralar kendimi topluma, insanlara karşı çok sinirli olarak buluyorum ve bu gittikçe artıyor. Umarım daha da artar ve insanları değiştirmenin bir yolunu bulabilirim. İyi günler dilerim.

Ülkemizdeki ”Okuma”

              Okumuyoruz

Kitap okumanın önemini hepimiz kabul ederiz. Ancak kitap okumanın önemini bilmeyle kitap okuma arasında oldukça büyük uçurumlar vardır.

Araştırmalar ve istatistikler gelişmişlik, demokratikleşme, düşünme, üretme ile kitap okuma arasında bir bağlantının olduğunu göstermektedir. İşte size birkaç araştırma ve istatistik:

Dünya ortalamasına göre kişi başına kitaba ödenen para 1.3 dolardır. Kişi başına kitaba; Norveçli 137 dolar, Alman 122 dolar, Belçikalı 100 dolar, Güney Koreli 39 dolar harvarken biz Türkler sadece 0.45 dolar (45 sent) harcamaktayız. Kitaba para harcama konusunda cimri olan bizler kitap okumaya zaman ayırma konusunda da oldukça cimriyiz. Öyle ki, bir Norveç’li kitap okumaya bizim ayırdığımız zamann 300 katını harcıyor. 210 katını bir Amerikalı, ayırıyor. 87 katını bir İngiliz, 87 katını bir Japon ayırıyor. Dünya ortalaması bile bizim ayırdığımız zamandan üç kat daha fazla.

Ülkemizde kitap okuma alışkanlığının az olması kitap piyasasını da olumsuz yönde etkilemiştir. Kitap satış cirosu Amerika’da 25.5 ömilyar dolarken, Japonya da 10.5 milyar dolar, Almanya da 10 milyar dolar, Türkiye’de ise sadece 30 milyon dolardır. 1997 yılında Almanya’da seksen bin kitap basılırken, Türkiye’de basılan kitap sayısı altı bin civarındaydı. Bu durum kişi başına düşen kitap sayısını da etkilemektedir. Bir yılda basılan kitap sayısına göre; İsrail’de 1169 kişiye bir kitap, Almanya’da 1022 kişiye bir kitap, Japonya’da 600 kişiye bir kitap ve Türkiye’de 10.600 kişiye bir kitap ancak düşmektedir. Bir yılda okuduğumuz kitap sayısı da dünya ortalamasının oldukça altındadır. Bir Japon bir yılda ortalama 25 kitap okuyor, bir İsviçreli ortalama 10 kitap, bir Fransız ortalama 7 kitap okuyor. Türkiye’de ise 6 Türk’e yılda sadece bir kitap düşüyor.

Kitap ve gazete okuma konusunda hem para hem de zaman ayırmakta cimri olduğumuz gibi bazı konularda hiç cimri olmadığımız da bir gerçektir. Ülkemizde 95.000 kişiye bir kütüphane düşerken 95 kişiye bir kahvehane düşmektedir. Bir kitabın zar zor 5-10 bin bastı yaptığı ülkemizde bir müzik albümü milyonlarca satabilmektedir.

Bir dahaki yazımda okumanın öneminden ve okuduklarımızı daha uzun süre nasıl hatırlayabileceğimizden bahsedeceğim.

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Kendimizi Motive Edebilir Miyiz?

MOTİVASYON KAZANIN

Kendilerini şevklendirip motive etmesini,

Heyecanlandırmasını bilmeyen insanlar,

Öteki yetenekleri ne kadar üstün olursa olsun,

Alelade işler yapmakla yetinirler.

Andre Carnegie

Fransa’da, ağır işçilerin işleri hakkında ne düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten bir görevli, bir inşaat alanına gönderilir. Görevli ilk işçiye yaklaşır ve sorar:

– Ne yapıyorsun?

– Nesin seni kör mü? Diye öfkeyle bağırır işçi.

– Bu parçalanması imkansız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği gibi bir araya yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde kalıyorum. Bu çok ağır bir iş, ölümden beter.

Görevli hızla oradan uzaklaşır ve çekinerek ikinci işçiye yaklaşır. Aynı soruyu sorar:

-Ne yapıyorsun?

İşçi cevap verir:

-Kayaları mimari plana uygun şekilde yerleştirilebilmeleri için kullanılabilir şekle getirmeye çalışıyorum. Bu ağır ve bazen de monoton bir iş ama karım ve çocuklarım için para gerekli, sonuçta bir işim var. Daha kötüsü de olabilirdi.

Biraz cesaretlenen görevli üçüncü işçiye doğru ilerler. Ya sen ne yapıyorsun? Diye sorar.

-Görmüyor musun? Der işçi kollarını gökyüzüne kaldırarak, ‘’Bir saray yapıyorum.’’

Aynı iş, üç işçi ve üç farklı cevap. Neydi bunların her birinin verdiği cevabı etkileyen güç? Motivasyon

MOTİVASYON BİR İHTİYACI GİDERMEK İÇİN GEREKLİ DAVRANIŞLARI BAŞLATAN BİR KUVVETTİR.

Sang H. KİM

Yani motivasyon, bir işi (ödev yapmayı, yazı yazmayı, kitap okumayı  vb yapabilmemiz için iç dünyamızda duyduğumuz, hissettiğimiz, heyecanlandığımız, bizi o işi yapabilmek için harekete geçiren muhteşem bir güçtür.

Ders çalışmamamızın, en önemli nedeni, bize harekete geçirecek o gücün, motivasyonun olmaması veya yetersiz olmasıdır. Yani ‘’neden ders çalışmalıyım?’’ ‘’, neden bir iş yeri açmalıyım?’’, ‘’ neden evi temizlemeliyim?’’sorularına içten ve sizi harakete geçirecek tarzda cevap bulamamanızdır.

Motivasyon gücü insanın içinden gelmelidir. En güçlü motivasyon, iç motivasyondur. Tekrar işçilere dönelim. Birinci işçinin bir nedeni yoktu, bundan dolayı motive olamamıştı. O iş onun için tam bir işkenceydi ve olmaya da devam edecekti. İkinci işçi ise dışsal bir motivasyon kaynağına bağlanmıştı: o işten aldığı maaşla ailesinin geçimini sağlamak. Para, hediye gibi dış öğelerin sağladığı motivasyon son model bir arabaya kaçak benzin koymaya benzer. Sizi her an yollarda bırakabilir. Üçüncü işçinin motive kaynağı ise içten gelmekteydi. O bir saray yaptığını biliyor ve inanıyordu. Bu inanç onun inşaata bakış açısını değiştirmişti. İçten gelen bu bakış açısı ise onu motive etmişti. Buradan çıkacak bir başka nokta, motivasyonun ana kaynağının ‘’inanç’’ olduğudur. Güçlü bir inanç olmazsa, güçlü bir motvasyon da olmaz.

Peki sizce başarı için motivasyon yeterli mi? Sadece kendini motive etmiş herkes başarılı olabilir mi? Tabii ki hayır. Motivasyonun sonucunda harakete geçmezsek, bu, hevesten başka bir şey olmayacaktır. Ben eğer vlog çekmek istiyorum, blog yazmak istiyorum vs. demeseydim bir işe yarar mıydı? Sadece bir heves ve boş bir hayal olurdu. Ama harakete geçtim. Canım istedi ve yapıyorum. Nereye gittiğiniz, gideceğini zaman gösterecek.

İnanç motivasyonu, motivasyon ise haraketi tetiklemelidir. Bir şeyi başarmak isteyeni bir şeye sahip olmak isteyen kişilerde güçlü bir motivasyon olmalıdır. Çünkü motivasyon insanda var olan mevcut gücü harelete geçirir. Karşılaşılan engelleri aşmaya yardımcı olur.

KENDİ KENDİNİZİ MOTİVE ETMEK

1.YAPACAKLARINIZI ERTELEMEYİN

 Bugünün işini yarına bırakmayın. Yarına bırakılan işler yarın yerine getiremeyeceğiniz kadar çok olabilir. Bu da negatif düşüncelerin oluşmasına, strese ve beyinsel işlevlerin zarar görmesine neden olabilir. Mazeret  üretmeyin. Yapmanız gereken işleri hemen yapın. Motivasyonun en önemli kaynağı hiç kuşkusuz ‘’başarıyı tatmış’’ olmaktır.

RÜZGARIN NASIL ESTİĞİ FARK ETMEZ. FARKI YARATAN YELKENLERİNİZİ NASIL AÇTIĞINIZDIR

VERA PEİFFER

2.BAŞARISIZLIKTAN YILMAYIN

Başarısızlık başarıya ulaşmaya az kaldığının bir göstergesidir. ‘’Başarısızlık diye bir şey yoktur, sadece sonuçlar vardır’’ sözüyle Anthony Robbins, asıl başarısızlığın, bizim onu yorumlayışımız olduğunu göstermektedir. Yani başarısızlıkta önemli olan ‘’bakış açısıdır.’’ Başarısızlık olarak algılanan durumlara mahvoldum, perişan oldum, ben hiçbir şeyi başaramıyorum diye bakmayın. Başarısızlıkları, eksik noktalarınızı gidermek için sizlere tanınan bir fırsat olarak değenlendirin.

3.HEDEF BELİRLEYİN

Nereye gittiğini bilen bir yelkenin önünü kesecek bir rüzgar yoktur

Hedefler, insanların yaşamlarını planlamarına yardımcı olan, başarılarını ya da başarısızlıkları üzerinden sorgulayabilecekleri, yeniden başlayacakları ya da bitirecekleri yerleri bilmelerine yardımcı olacak değerli bir araçtır. Ulaşmak istediğiniz şey konusunda bir hedef koyduğunuzda, neden vazgeçmemeniz gerektiğini de bilirsiniz. Ve bu size olası bir başarısızlık karşısında tekrar deneme azmi sağlar. Açıktır ki;

Başarılı olanlar nereye gittiklerini bilen kişilerdir!

Hedefler, başarıların boyutlarını belirleyen önemli bir ölçüt. Mesela Japon sazan balıkları cam fanusta üç santim, akvaryumda beş santim, küvette yirmi santim ve okyanusta bir metreye kadar büyüyebiliyorlar. Bizler de onlar gibiyiz aslında. Hedefler belirleyerek potansiyelimizin hepsini veya çoğunu kullanabiliriz. Bunun bilimsel kanıtları da mevcut. Hedefler üzerine yapılmış çok ilginç yaklaşımlı araştırmalar var.

En önemli ve etkili motivasyon kaynağı hiç kuşkusuz bilinçli bir şekilde belirlenen hedeftir. Hedefinize bir kıza/erkeğe aşık olmuş gibi bağlanmalı, düşünmeli ve ona ulaşmak için stratejiler geliştirmelisiniz.

4.KENDİNİZE ZAMAN AYIRIN

Günlük hayattaki etkinlikler için kendinize zaman ayırın. Spor yapmak, sinemaya gitmek için zaman yaratın. Böylece çalıştığınız halde kendinize zaman ayırdığınızda hayatı sevdiğinizi, moral ve motivasyon kazandığınızı göreceksiniz. (Gece klüpleri, barlar gibi size sadece zarar verecek yerler sizi ne rahatlatır ne de motive eder. Tek yaptığı şey sizi daha verimsiz ve fakir yapmaktır.)

Olurda okumak istersiniz diye bırakıyım şöyle efenim:

KAYNAKÇA

Uğur, Batı;  KENDİNE İYİ BAK, ALFA yayınları, İstanbul 2016

Hanks, Kurt; İnsanları Motive Etme Sanatı, Alfa Yayınları, İstanbul 1999

Sekman, Mümin; Yol Aç, Alfa Basım Yayım Dağıtım, İstanbul 2000

Robbins, Anthony, Sınırsız Güç, İnkılap Kitapevi, İstanbul 1993

Bilge, Yunus; Başarının Yolu, Güvender Yayınları, İstanbul 2001

Ahmet, Yıldız, Güçlü Hafıza, Alfa yayınları, İstanbul 2004

Beyin ve öğrenmek

BASKIN TEMSİL SİSTEMİ

Öncelikle herkese merhaba bugün aslında çok önemli olan fakat çoğu zaman göz ardı edilen bir sistemden bahsetmek istiyorum. Bu söyleyeceklerim öğrenciler ve bilhassa öğretmenler içindir.
Her insanın dünyayı algılayış biçimi farklı olduğu gibi öğrenme tarzı da farklıdır. Kişinin baskın olan öğrenme tarzı, beyninin tipini, aynı zamanda hangi tür hafızaya sahip olduğunu da gösterir. Öğrenme süreçleriyle ilgili yapılan son araştırmalar ilginç bir gerçeği ortaya koymaktadır. Başarısız öğrenci yoktur; kendi öğrenme stiline uygun bir şekilde öğrenmeyen (veya öğretilmeyen) öğrenci vardır. Bu araştırmalara göre, öğrenciler kendi öğrenme tarzlarına göre öğrenir ya da öğrencilere kendi öğrenme tarzlarına uygun bir şekilde konular öğretilirse, her öğrenci başarılı bir şekilde öğrenebiliyor. Öğrenmekte zorlanan bir öğrenci, kendi öğrenme tarzına uygun olmayan bir şekilde öğrenmeye çalıştığı için zorlanmaktadır. Öğrenme tarzımız, beynimizin çalışma tarzına bağlıdır. Bir kişinin doğuştan getirdiği özellikleri ile sonradan kazandığı eğitimler birleşince o kişinin ana beyin modeli ortaya çıkar. Sizin baskın temsil sisteminiz hangisi? Bu gücünüzü nasıl kullanacaksınız? Temsil sistemlerinin özellikleri nelerdir? Her insanda baskın olan bir temsil sistemi vardır. Bu temsil sistemi görsel, işitsel ve dokunsal olarak üç bölüme ayrılır. 

Baskın temsil sisteminizi tespit edebilmek için aşağıdaki anketi kullanabilirsiniz.

Hangi bölüme daha fazla işaret koymuşsanız sizin baskın olan temsil sisteminiz odur. Her anketin altında ise o temsil sistemine sahip olan kişilerin özellikleri verilmiştir. Anketi uyguladıktan sonra bu özelliklere de sahipseniz sizin baskın temsil sisteminiz odur.

                                   DOKUNSAL ÖĞRENME BİÇİMİ

1. ( ) Boş bir kağıda sütunlar çizmem istendiğinde kağıdı katlarım.2. ( ) Sandalyede otururken sallanırım.3. ( ) Bacağımı sallarım.4. ( ) Kalemimi elimde döndürürüm, masada tempo tutarım.5. ( ) Her şeye dokunmak isterim6. ( ) Kapının üst çerçevesine asılarak odaya atlamak isterim.7. ( ) Bir şeye dokunmadan sadece görerek ve duyarak ona inanmam.8. ( ) Genellikle hiperaktif olduğum söylenir.9. ( ) Objeleri biriktirmeyi severim.10. ( ) Kürdanları, kibritleri küçük küçük parçalara kırarım.11. ( ) Aletleri açar boşaltır sonra yine bir araya getiririm.12. ( ) Genellikle çok banyo yapar ya da duş alırım.13. ( ) Genellikle ellerimi kullanarak ve hızlı konuşurum.14. ( ) Başkalarının sözünü keserim.                                                                                                                              ______________TOPLAM

Dokunsal insanın özellikleri:  Çok yavaş hareket ederler, oldukça duygusaldırlar, sesleri daha az çıkar, az ve öz konuşurlar. Bu nedenle konuşma araları uzundur. ”Evet” ve ”Hayır” kelimelerini çok sık kullanırlar. Konuşurken; ”sırtımda ağır bir yük var”, ”konuya parmak basmak” , ”gururuna dokunmak” , ”soğuk insan” gibi mecazları .ok sık kullanırlar. Somut şeyleri kavramaları daha kolaydır. Bu kişiler derin bir diyafram nefesi alırlar. Mutlaka karar vermeleri gereken bir şeye dokunmaları gerekmektedir.

                                       İŞİTSEL ÖĞRENME BİÇİMİ

1. ( ) Konuşmayı severim.2. ( ) Dinlemeyi severim.3. ( ) Kendi kendime konuşurum.4. ( ) Yüksek sesle okurum.5. ( ) Okurken parmağımla takip ederim.6. ( ) Okurken kağıda çok yaklaşırım.7. ( ) Gözlerimi ellerime dayarım8. ( ) Genellikle diyagram ve grafiklerle aram iyi değildir.9. ( ) Yazılı karikatürleri tercih ederim.10.( ) Görsel ve sözcük hatırlama hafızam iyi değildir.11.( ) Kopyalanacak bir şey olmadan kolay çizemem.12.( ) Haritalardan çok sözel tarifleri ve yönergeleri tercih ederim.13. ( ) Öğrenmek için jingle kullanırım.14. ( ) Sembol ve simgelerle aram iyi değildir.15. Sessizliğe dayanamam. Ya ben ya da diğerlerinin konuşmasını isterim.                                                                                                               _________TOPLAM

İşitsel insanın özellikleri: Kullandıkları kelimeleri seçerek kullanırlar. Yani duyarak konuşurlar. Konuşmaları daha ritimlidir. Kelimeler onlar için çok önemlidir, söyleyeceklerine çok önem verirler. Sözel olan şeylere daha fazla tepki gösterirler. Konuşmalarında sesle ilgili kelimeleri ve cümleleri çok kullanırlar; ” aynı telden çalmak” , ”kulakları tırmalamak” , ”kulağa hoş gelmek” , ”kulak vermek” vb. Bu kişiler sözlerinin kesilmesini hiç sevmezler.

                                              GÖRSEL ÖĞRENME BİÇİMİ

1. ( ) Duyduğum yönergelere dikkat etmem2. ( ) Sözel tariflerin tekrarlanmasını isterim.3. ( ) Sözcükleri hatasız yazarım.4. ( ) Konuşmacının ağzını izlerim.5. ( ) Şarkı sözlerini hatırlamada zorlanırım.6. ( ) Çok not tutarım.7. ( ) Başkalarının ne yaptığını gözlerim.8. ( ) Radyo ve televizyonu yüksek sesle dinlerim.9. ( ) Diyagram ve grafikleri kolay algılarım.10. ( ) Telefonda konuşmayı sevmem.11. ( ) Biri bana ders verir gibi bir şeyler anlatırsa başka dünyalara dalarım.12. ( ) Sözel yönergeleri kullanamam. Haritaya gereksinim duyarım.

Görsel insanın özellikleri: Bunlar için dünya görüntülerden ibarettir. Konuşurken çok hızlı konuşurlar. Çünkü beyinlerindeki görüntülere yetişmeye çalışırlar. Konuşurken görsel ağırlıklı kelimeler ve cümleler kullanırlar; ”gördüğünüz gibi” , ”göz göre göre” , ”nereden bakarsak bak” , ” konuyu aydınlatmak” vb. Onlar için ilgilendikleri şeyin görüntüsü çok önemlidir.

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın